Kamera kayıtlarında bir şey yok.
Gezi direnişi sırasında Kabataş’ta başörtülü bir kadının bir grup erkek tarafından taciz edilmesi, darp edilmesi, sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalması Başbakan tarafından tüm Türkiye’ye duyurulmuş, Gezicilerin ne tıynette ve ideolojide insanlar oldukları bu taciz/şiddet olayıyla “açık edilmişti”. Camiye ayakkabıyla girip içerde içki içen, başörtülü kadınlara saldıran bir güruhtu Geziciler. Hükumet ve Başbakan “Yol ver geçelim Taksim’i ezelim” galeyanını adım adım bu argümanlarla hazırlamıştı. Camide içki içilmesi ile başörtülü bir kadının taciz edilmesi arasında hiçbir fark yoktu onlar için. İki “olay” da Gezicilerin din ve dindar düşmanı olduklarının kanıtıydı.
Bunun karşısında her iki “olay”a da duyuldukları anda yalan/iftira deyip, bu yalancılığı bir galeyana dönüştürerek hükumete ve başörtülü kadına aynı tonda saldıranların sayısı da hiç az değildi. Onlar da aynı hükumet gibi camide içki içilmesi ile başörtülü bir kadının taciz edilmesi arasında hiçbir ayrım gözetmiyor, iki olayı sadece yalan olarak ele alıyor, kendi kutuplarını karşı kutupla dalga geçerek, ona saldırarak netleştiriyorlardı.
Bağzıları ise bu galeyanın ortasında bir bir fark gözetti. Gezi direnişçilerinin canlarını kurtarmak için sığındıkları camide, içki içip alem yapmakla suçlanmaları en kirlisinden bir siyasi bir manevraydı. Hükumetin bu konudaki stratejisini net olarak kavrasalar da bu bağzıları, başörtülü bir kadının “taciz edildim, darp edildim” beyanını ciddiye almıştı. Başbakan tarafından kendi siyasi manevrası için dillendirilse bile bir kadın bu beyanda bulunduğu için bu beyanın üzerinden atlanamazdı. Üstelik Gezi, içinde taşıdığı bu potansiyelle, başörtülü bir kadını sokakta taciz edebilecek potansiyeliyle yüzleşirse, bununla da hesaplaşırsa, buna karşı da söz söylerse Gezi olabilirdi. Ses çıkardılar.
Şimdi bir takım kamera kayıtları ortaya çıktı. Kabataş’ta tacize ve şiddete maruz kaldığını beyan eden kadının durduğu, yürüdüğü, bir yerden bir yere geçtiği görüntüler… Kalabalık bir direnişçi grubu yok görüntülerde. Gövdeleri çıplak, deri eldivenli adamlar yok. Bir kadına saldıran, onu itip düşüren, hırpalayan bir kalabalık yok. Kimsenin kimseye temas ettiği bir “olay” yok görüntülerde. Şehir hayatının olağan akışı dışında hiçbir şey yok. Ama görüntüler ortaya çıkar çıkmaz, bu “olmayan” şey, bu “yok” anında yeni bir galeyan yarattı.
Dün akşam sosyal medya cinnet kıvamındaydı. Binlerce twit, binlerce ileti, mesaj.. Sabır gösterip tane tane okuyabilene “nasıl delirdim?” kitabı yazdıracak cinsten. Beyanı bulunan kadının cinsel fantezilerini mi istersiniz, ona inananların AKP yandaşlığını mı, “ben kadına inandım da yazdım, ayıp onun ayıbıdır” diye özür dileyenini mi, “özeleştiri ver” diye menşınlı darlamaları mı, yoksa gün “kadının beyanı esastır” ilkesine laf çakma günüdür diye bayram çocuğu neşesiyle klavyeye sarılan sivri akıllıları mı… Ne isterseniz vardı. Hala var. Çünkü mesele yine bir olay (herhangi bir olay) üzerinden kendi pozisyonunu sağlama almak, kendi kutbunu parlatmak, “ben demiştim” demek, “dalga geçmek benim işim”i göstermek, en akıllı benim, en komik benim, en ilkeli benim, en siyasi benim, en direnişçi benim, en analizci benim, ben, ben, ben, en her şey benim demek…
Yoksa, çok değil, iki dakika durup sükunetle düşünülse, kamera kayıtlarında olmayan bir taciz için kime laf söylenmesi gerektiği konusunda bu kadar kafa karışıklığı yaşanmaz herhalde. Görüntüler taciz/şiddet olayının geçtiği beyan edilen zamanın tamamını gösteriyorsa gerçekten, beyan delille yalanlanmış oluyor, evet. Öyleyse bu olayı kürsüden tüm Türkiye’ye duyuran ve günlerce bunun demagojisini yapan Başbakan ve hükumet kanadındaki diğer isimlerdir öncelikli muhatap. Sonra “görüntüleri izledim” deyip bu siyasi manevraya ortak olan gazeteciler, televizyoncular. Tabi tacize uğradığını beyan eden kadının sözlü tacizin dışındaki diğer iddiaları görüntülerle yalanlanmış olduğu için ona da yalancı diyebiliriz, istismarcı da diyebiliriz. Ama mesele Geziyse gerçekten, mesele politikayla ilgiliyse, mesele Türkiye siyasetiyle ilgiliyse bu yalanın siyasetini yapanlar, bu yalanla ülkeyi yönetenler, gazete ve televizyonları döndürenlere laf söylemek için illa başörtülü kadınların bu ülkede sürekli olarak maruz kaldıkları tacizin ve “kadının beyanı esastır” ilkesinin hayatiliğinin üzerinden atlamak, bunları yok saymak, karikatürleştirip çöpe atmak mı gerek?
O zaman biraz daha açık konuşalım. Mesele inanmak ya da inanmamak değil, kadının beyanını esas almak da değil sadece. Evet, belki deri eldivenler gibi en başından beri aklı zorlayan detaylar vardı bu olayın gündeme gelişinde. Ama o detaylar önemli değildi bazılarımız için. Çünkü bu ülkede yaşıyor olmaktan kaynaklı kendi tanıklıklarımız vardı. Kişisel olarak Kabataş’taki kadının yaşadığına tanık olmasam da 31 Mayıs gecesi Harbiye’de bir grup adamın direklere tırmanıp başörtülü kadınların olduğu reklam posterlerini alkışlar eşliğinde yırttıklarına kendi gözlerimle tanık olmuştum. Cumhuriyet mitingleri esnasında taciz edilen başörtülü arkadaşlarımın onlarca hikayesini dinlemiştim. Sonra mesela, başörtülü kadınlarla örümcek kafa diye dalga geçen, trafikte araba kullanan (hele de lüks araba) başörtülü kadın görünce onları sıkıştırmayı bir borç bilen akrabalarım var. Ve onlar da Gezi’deydi, benden bambaşka sebeplerle. Gezi’nin ilk günlerini Cumhuriyet mitingi galeyanı şeklinde yaşayan kendi akrabalarımın, yolda yürüyen başörtülü bir kadına laf attıklarını, sözlü tacizde bulunduklarını hayal etmekte hiç zorlanmıyorum niyeyse. Benim gibi çoğumuzun böyle tanıklıkları, bilgileri yok mu? Başörtülü kadınların bu ülkede gündelik hayat içinde tacize maruz kaldıklarını bilmiyor muyuz? Gezi’de bulunanlar arasında bu tacizi meşru gören, kendilerinde bu hakkı görenlerin de olduğunu inkar mı ediyoruz? Gezi püripak mı oluyor böylece?
Bir kadının beyanının yalan olduğu ispat edildi diye sanki ülkecek bugüne kadar harıl harıl “kadının beyanı esastır” ilkesini tartışıyormuşuz gibi “işte, alın gördünüz mü esası?” demek nasıl bir garezden kaynaklanıyor? Korku mu demeli yoksa? Evet. Kadının beyanı esastır. Ama bu, deliller kadının beyanının aksini ispatlayabiliyorsa kadının beyanı yine de hüküm olacak anlamına gelmez. Esasla hüküm arasındaki farkı anlamak bu kadar zor mu gerçekten? Kadının beyanı esastır ilkesinin binlerce, yüz binlerce kadın için hayati sonuçları olduğunu kavramak bu kadar mı zor? Ya da bir olaydan hareketle kadınların tamamını, kadınların özgürlüğünü, kadınlar için adaleti ilgilendiren bir talebe saldırmak niye bu kadar kolay? Bize söylenen yalandan daha mı az çirkin bu “krizi fırsata çevirelim mi tatlı kıs?” muhalifliği?
Kamera kayıtları ortaya çıktığından beri yaşanan bu sosyal medya histerisi tek bir şeyi gösteriyor: yazın Kabataş’tan Gezi’ye yaptığımız kadın yürüyüşünün ne kadar yerinde olduğunu… Biz başörtülü bir kadın Kabataş’ta tacize maruz kaldığını beyan ettiğinde, sadece o kadının yaşadığı taciz ve şiddet için değil, bütün kadınlar için çıktık sokaklara. Yüzlerce kadın, Kabataş’tan Gezi parkına yürürken, eksik akıllı olduğumuz için, Başbakanın tuzağına düştük diye, “büyük resmi” göremediğimiz için bağırmadık hep beraber. Kendimiz için, bütün kadınlar için bağırdık, Kabataş’tan Gezi’ye bir yolu yürüdük. Kadınlar üzerinden siyaset yapan, başörtüsünden rahmine kadınların her zerresine karışan, kontrol altına almaya çalışan, her galeyan dalgasında ilk elden kadınlara saldıran, onlara akıl veren, öğreten tüm erkeklere ve erkekliğe karşı yürüdük. Gezi bizim de olduğu için, Gezi’yi bizim yapmak için yürüdük. Dünden beri devam eden sosyal medya galeyanında başörtülü kadına “karşı” Lobna’yı ya da polisten dayak yemiş bir kadının darp fotoğraflarını “işte gerçek taciz/şiddet” diye paylaşan, kadınlardan kutuplar yaratma heveslisi bu akıl tutulmasına karşı, kadınlar olarak birbirimize sahip çıkmak için yürüdük. Bugün olsa yine yürürüz.
Kamera kayıtlarında ne yokmuş?
Görsel: William Blake, Paradise Lost.